26 Ekim 2010 Salı

Küresel İklim Değişikliğine Bu Yönden De Bakılmalı / 2: Cinsiyet

             Bir önceki yazımda küresel iklim değişikliğinin ekstrem olaylarda artışa neden olduğunu belirtmiştim. Bu halihazırda az nemli olan bölgelerin giderek kuraklaşacağı, nemli ve yağışlı bölgelerin ise sellerle boğuşacağı anlamına gelmekte. Dolayısıyla bu değişen iklim koşullarının bazı bölgelerde yaşamı zorlaştıracağı, işsizliğe, kıtlığa, hatta toplu göçlere neden olabileceğini düşünmek hiç de mantık dışı değil. Bu yazımda bu değişen koşulların aslında cinsiyetler üzerinde farklı etkiler yarattığını, zorlukların cinsiyetler arasında eşit paylaşılmadığından bahsedeceğim.
             Şimdiye kadar, aslında en büyük risk altında olmalarına rağmen, kadınlar iklim değişikliği tartışmalarının dışında bırakıldı. Burada bahsettiğim tartışanların cinsiyetleri değil, tartışılan meseleye cinsiyetlerin dahil edilmemesi. Şu ana kadar yapılan küresel çaplı tartışmalarda tartışılan konu genelde sorumlunun kim olduğu ve bu sorunun ekonomik boyutları. Ayrıca bu konular devletler bazında tartışılıyor olsa da bir uzlaşmaya varılması çok zor gibi görünüyor. Henüz küresel iklim değişikliğinin dahi önüne geçmek için genel bir plan oluşturulamamışken, bu müzakerelerin iklim değişikliğinin kadına ve aileye etkilerine değinmemiş olmasına şaşırmamak lazım.
            "Ekstrem olaylar ve çevresel bozunma kadının sorunu haline gelmekte çünkü bütün toplumun geçimini ve işleyişini sağlamada kadının sorumluğu daha büyük." diyor Kuzeydoğu Hindistan temelli Core (Centre for Organisation, Research and Education) programının direktörü Anna Pinto. Eğer o seneki pirinç verimi düşükse; erkekler göç edip, iş bulup, evlerine para göndermek zorundalar. Bu sırada kadın ise geri kalan bakıma muhtaç çocukların ve belki yaşlıların günlük ihtiyaçlarını karşılayarak hayatta kalmasını sağlamak zorunda. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon, kadının iklim değişikliği tartışmalarında daha büyük bir rol alması gerektiğini sık sık vurguluyor ve kadının özel perspektifinin çoğu kez iklim değişikliği üzerine yapılan küresel tartışmalarda gözden kaçırıldığını ekliyor.
             Christina Chan'e (Care International'in kıdemli analisti) göre adaptasyon aşamasında, tepeden tırnağa kapsamlı ve iyi dizayn edilmiş yaklaşımlar iklim değişikliğine karşı savunmasızlığı azaltma da önemli rol oynayabilir, fakat yine de bu yaklaşımlar kadının ihtiyaçları ve kadın hakkındaki önemli meselelere hitap etmede yetersiz kalabilir. Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütünün verilerine göre Afrikada kadın çiftçiler kıtanın gıda ihtiyacının %80'ini karşılıyorlar. Buradan da anlaşılacağı gibi kadınlar daha çok gündelik ve toprağa bağımlı işlerde çalışıyor. Dolayısıyla pazar tabanlı adaptasyon şemaları özellikle Afrika'da yetersiz kalıyor. Ayrıca aynı sebepten kadınlar destek servislerinden, teknolojiden, ve karar alım süreçlerinden uzak kalıyorlar.
            Bu temel sorunu çözmede aktivistler tarafından sunulan temel önerilerden bir tanesi teknoloji. Eğer 3. dünya ülkelerini besleyen kadınların üretimlerinin teknoloji yardımıyla yapılması sağlanırsa, kadınların üzerindeki yükün 2-3 kat azalacağı birçok organizasyon tarafından ileri sürülüyor. Gender CC'den Ulrike Roehr erkeklerin daha geniş boyutlarda teknolojik çözümler arama eğiliminde olduklarını, fakat ihtiyaç duyulan şeyin enerji tasarruflu pişirme fırınları gibi küçük çaplı teknolojik çözümler olduğunu belirtiyor.
Kaynaklar temel bir önem kazanınca, kadınlar karar yapım aşamalarında daha az bir sese sahip oluyorlar ve bu süreçlere erişimleri de çoğu zaman engelleniyor. Sorunların çözümüne yönelik plan yapan kişiler bir kez kırsal alanda yaşayan kadınların ihtiyaçlarını öncelik sırasına koysalar, sürdürülebilir orman yönetimi ve alternatif enerji kaynakları gibi konuları içeren bir çözüm üretecekler.
            Kısacası iklim değişikliği nedeniyle çoğu bölgede kadınların sırtına binen yükler, teknolojinin kullanımı ve kadınların da karar süreçlerinde daha çok yer almasıyla azalacaktır. Fakat herhangi bir önlem alınmazsa değişen iklimin neden olacağı uç noktalardaki iklim olayları toprağa bağlı olan halklarda kadını daha çok etkileyerek iklim değişikliğinin yarattığı krizleri daha büyük boyutlara taşıyacaktır.




Bilgi alınan kaynaklar:
  • The Integrated Regional Information Networks (IRIN)-http://www.irinnews.org/
  • CARE International-http://www.careinternational.org.uk
  • GenderCC-http://www.gendercc.net/
  • The Food and Agriculture Organization of the United Nations-http://www.fao.org/

Küresel İklim Değişikliğine Bu Yönden De Bakılmalı / 1: İklim Değişikliği ve Küresel Isınma

          Bugünlerde dünyanın konuştuğu terimlerden ikisi "küresel iklim değişikliği" ve "küresel ısınma". Gerek medyada olsun gerek insanlar arasında olsun, bu iki terim genellikle birbirinin yerine geçecek şekilde kullanılıyor.Bu konu hakkında çıkan haberlerde, küresel ısınma tezi karşıtları veya küresel ısınma tezini destekleyenler olarak 2 temel grup görmek mümkün. Bir grup özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin endüstriyel faliyetleri ve günlük yaşamsal aktivitelerinde yaydıkları karbondioksitin sonucu olarak dünya atmosferinin giderek ısındığını öne sürerken, diğer taraf bunun tam tersi kanıtlar olduğunu veya bunun normal bir süreç olduğunu ileri sürüyorlar. En azından insanların kafasında oluşmuş temel yargı bu şekilde. Bu yazımda bu iki terimin aslında farklı şeyleri ifade ettiğini Exploring the Cosmos dersinde saygıdeğer hocam M.Levent Kurnaz'dan öğrendiğim şekliyle ve eski notlarıma dayanarak açıklamaya çalışacağım ve konunun farklı bir boyutuna da bu yazının devamı olacak başka bir yazımda değineceğim.
           Bazı bilim insanları küresel olarak dünyanın ısındığını anlattığı zaman insanların aklına şu gibi sorular takılıyor "Peki o halde neden bu sene son 5 senenin en soğuk kışını yaşıyoruz?" veya "Madem dünya gittikçe ısınıyor, geçen kış tüm Avrupa'yı ve Amerika'yı etkisi altına alan ve uzun yıllardır görülmemiş dondurucu soğuklar neden yaşandı?" Öncelikle küresel ısınma terimi temelde dünyanın güneşten aldığı ve dünyadan yansıyan enerji farkının yıllara bağlı olarak artmasını ifade eden bir terimdir. Yani dünyaya ne kadar enerji giriyor ve ne kadar enerji çıkıyor, işte bu değerlerin farkının küresel ortalamasını anlatıyor. Dünyanın güneşten aldığı enerji ile dünyadan yansıyan enerjinin farklı metrekarede 0.7 watt yani güneşten gelen enerji metrekarede 0.7 watt daha fazla. Ve bazı gazlar nedeniyle bu fazla enerji atmosferde daha fazla hapsediliyor ve biriktiriliyor. 
Ayrıca küresel ısınma ölçümleri belirli bir anda yapılan ölçümler ile elde edilmiyor, aksine çok uzun yılların istatistiklerini yansıtıyor. Ve dünyanın binlerce yıllık geçmiş sıcaklık istatistiği hesaba katıldığında ısı artışının doğal olarak artması gerekenden kat kat fazla hızlı artığı görülüyor. Dolayısıyla bu noktada küresel ısınma yoktur gibi bir şey mümkün değil. Yani dünyanın tümüne baktığımızda bir küresel ısınma var ama bu belirli bir noktada ısınma olması anlamına gelmiyor.
            Diğer taraftan iklim değişikliği terimini kullanırken daha dikkatli olmak gerekiyor. Çünkü iklim değişikliği her iki anlamı da içeriyor : bazı yerler ısına da bilir, soğuya da bilir. Çünkü iklim denilen kavram belirli bir coğrafyanın uzun yıllar süregelmiş hava durumu karakteristiğini ifade eder. Örneğin a bölgesinde kışları çok soğuk olur ve 3 ay kadar kış sürer ayrıca yazları da çok kurak olur ve 3 ay kadar yaz sürer dediğimizde o bölgenin ikliminden bahsediyoruzdur. Küresel ısınmanın sonucu olarak bazı yerler varki ısınacak bazı yerler varki soğuyacak. Dolayısıyla ısıya bağlı olarak bazı yerlerin yağış miktarı normalin üzerine çıkarak sellere neden olacak, diğer bölgelerde ise yağış miktarı azalarak kuraklığa neden olacak. Ama küresel iklim değişikliği dediğimiz konunun içerisinde temelinde ekstrem olayların frekansının artası bulunuyor. Örneğin yağması 1 hafta sürüyorsa, yağmaması 1 ay sürecek ve yağdığında ise 20 kg yağıyorsa 200 kg yağacak.
Kısacası iklim değişikliği denildiğinde akla gelmesi gereken bir bölgede normal olarak yaşanan kuraklığı aşırı şekilde yaşanması veya normalde düşen yağışın kısa sürede çok miktarda düşerek sellere neden olması gelmelidir. Bu nedenlerde bazı bölgelerin aşırı soğuk olması da bu çevçevede anlaşılabilir bir durum.
Bu konuda Levent Hocamın bir radyo programındaki sözlerine direkt yer vermenin faydalı olacağını düşünüyorum: " Küresel iklim değişikliği konunun neresinde, küresel ısınma neresinde. Bazı yerler ısınıyor bazı yerle ise soğuyor, bunun ortalamasına küresel ısınma diyoruz. Ve insanlar birazcık yanlış algılıyorlar diye ben elimden geldiğince küresel ısınma lafını kullanmamaya çalışıyorum. Çünkü küresel ısınma, evet ortalaması ama, bu bilimsel bir kavram. Fakat küresel iklim değişikliği dediğimiz zaman, iklim değişikliği soğuya da bilir ısına da bilir her iki anlamı da içeriyor. Bazı yerler varki ısınacak bazı yerler varki soğuyacak. Ama daha önemli olan küresel iklim değişikliği içerisinde ekstrem olayları barındırması."
           Sonuç olarak küresel iklim değişikliği ve küresel ısınma farklı kavramlar. İki kavramı birbirinin yerine kullanmak yanlışlıklara neden olacak ve bu yanlışlık insanların bu küresel soruna kuşkuyla yaklaşmalarına neden olacaktır. Zaten bu sorunun etkilerinin arttıran neden insanların yıllarca konuya kuşkuyla bakıp gerekli önlemleri almamasıdır. Bir sonraki yazımda küresel iklim değişikliğinin farklı bir boyutuna, kadınlar üzerindeki etkisine değineceğim. Küresel iklim değişikliğinin gözardı edilmiş bir noktası kadınların, özellikle 3. dünya ülkelerindeki kadınların karşı karşıya olduğu tehlikeleri anlatacağım.Umarım iki kavram arasındaki önemli farklı anlatabilmişimdir.

22 Ekim 2010 Cuma

Ekonomik Kriz Sonrası Avrupa :Tedbirler ve Tepkiler

          Ekonomik krizin Avrupa ekonomisinde neden olduğu çalkantı ve çalkantı sürecinin ardından gelen resesyon sonucu, birlik üyesi bir çok ülke bozulan ekonomik dengeleri düzeltmek için tedbir ve kemer sıkma politaları uygulamaya başladı. Kimi Avrupa Birliği üyesi ülke sosyal harcamaları ve yatırımları kısarken kimisi ise maaş azaltımı veya dondurulması gibi uygulamalara gitti. Bu ekonomik durumun sonucu olarak, ilk başlarda Yunanistan'da görmeye alıştığımız eylem ve grev görüntülerini birçok üye ülkede görür hale geldik. Tabiki bazı ülkelerdeki grevlerin boyutları çok büyük olurken bazılarında fazla yankı uyandırmadı. Ayrıca komşularının aksine ekonomisi iyiye giden ve krizden sonra kısa sürede toparlanan Almanya'nın da bunu nasıl başardığını da incelememiz gerekir diye düşünüyorum. Sırasıyla ülkelerdeki tedbir uygulamalarını ve etkilerini incelemeye başlayalım.
          Geniş çaplı grevleri ilk olarak Yunanistan'da görmeye başladık. Ülke ekonomisinin adeta tepetakla olmasının ardından maaşlar ödenemedi, ödendiği zamanlarda ise geçikmeli ödendi. Bunun sonucu olarak haftada en az 2 kere genel grev yapılan ülkede, grevler sebebiyle de ekonomiye daha ağır yükler bindi. Ancak tüm olanlara rağmen Yunanistan'ı diğer Avrupa Birliği ülkelerinden ayrı tutmak gerekli diye düşünüyorum. Çünkü Yunanistan'ın ekonomisi zaten krizden önce de kötüye gitmekteydi. Özellikle yolsuzluk oldukça artmıştı ve yolsuzluklardan faydalanan çok geniş bir kesim bu durumun da değişmesini istemiyordu. Dolayısıyla kriz Yunanistan için sadece bardağı taşıran son damla oldu.
          Grevlerin ilk olarak görüldüğü ülkelerden bir diğeri ise Fransa. Fransa'daki grevlerin temel sebebi emeklilik yaşında yapılan reform. Normalde Fransa'da 60 yaşında emekli olabiliyordunuz ve 65 yaşından emekli maaşı almaya başlayabiliyordunuz. Bunun yanı sıra demir yolu, madenler vs gibi ağır iş alanlarında ise 55 yaşında emekli olmak mümkündü. Fakat yasalaşmak üzere olan reformlar normal emeklilik yaşını 62'e çekiyor, bu nedenle de 67 yaşından itibaren emekli maaşı almak mümkün oluyor. Üstelik bu durumu sağlayabilmek için hiç işsiz kalmadan 41,5 yıl çalışmış olmanız lazım. Bunun yanında - Sarkozy'nin seçim vaadlerinde de belirttiği gibi- özel koşullardaki emeklilik halleri de kaldırılıyor yani ağır işlerde çalışan kişiler de diğer insanlarla aynı yaşta emekli oluyorlar. Temel olarak emeklilik yaşının yükseltimesinin sebebi artık Fransa'daki sistemin emeklilerin yükünü kaldıramaz hale gelmesi. Eskiden her 8 çalışan 1 emeklinin yükünü üstlenirken bu durum şimdi 2 çalışana 1 emekli oranına düştü.
          İtalya'da ise 2011-2012 yılları arasında geçerli bir kemer sıkma planı izleniyor. Bu plana göre bakanlar ve oldukça yüksek maaşlı kişilerin maaşlarında indirime gidilirken, normal düzeydeki maaşlara ise 3 yıl boyunca zam yapılmayacak. Ayrıca İtalya'da da emeklilik yaşını yükseltme fikri tartışılan konulardan bir tanesi. Yaklaşık 26 milyar € gibi bir tasarruf öngören tasarruf paketi İtalya'da da bazı grevlere neden oldu.
         Romanya'da ise toplu işten çıkarmalar ve maaşlardaki %25 kesinti küçük çaplı pretestolara neden oldu. Ayrıca sendikaların çağrılarıyla da bir kaç genel greve gidildi. Yine de bunlara rağmen dünya medyasında Romanya'daki grevler pek yankı bulamadı.
         İspanya'daki grevlerin de temelinde emeklilik yaşının yükseltilmesi yatıyor. İspanya'nın grevlerinin ses getiren yanı ise şiddetin çok yüksek olmasıydı. Grevler sık sık polisle çatışmalara dönüştü, Barcelona gibi büyük kentlerde hayat durma noktasına geldi.
         İspanya'nın batı komşusu Portekiz ise krizin ardından Yunanistan gibi oldukça zor günler geçiren ülkelerden bir tanesiydi. Özellikle Yunanistan'daki duruma benzer bir durumun Portekizde yaşanmasından korkuldu. Her ne kadar Yunanistan kadar kötü duruma düşmese de kamu çalışanlarının maaşlarının dondurulması 50 bin kişiyi sokaklara döktü.
         Kemer sıkma politikaları bağlamında son olarak bahsedeceğim ülke ise İngiltere. İngiltereden son olarak bahsetmemin sebebi ise alınan önlemlerin ve yapılacak kesintilerin tüm Avrupa ülkelerinden büyük olmasına rağmen yapılan grevlerin birkaç bin kişiyi geçememesinin yarattığı tezatlık.
BBC'den öğrendiğim bilgilerde bazı tasarruf önlemlerinin şunlar olduğu yazılıydı:
  • 130 milyar dolar kesinti
  • 490 bin kişinin işsiz kalması
  • Güvenlik Bütçesinin %16 küçültülmesi
  • Emeklilik yaşı 66'a çıkarılması
  • Sosyal yardım bütçesinde 10 milyar dolarlık kesinti yapılması
  • Dış İşleri Bakanlığı ise bütçesinin %24'ünü kaybedecek olması
 Bu önlemlerden daha az kapsamlı olan tasarı Fransa'da milyonları sokaklara dökerken, neden İngiltere'de farklı bir etki yarattığını İngiltere'nin grev düzenlemelerinde ve politik kültüründe aramak gerekli diye düşünüyorum. Bu düşüncemde UNISON Sendikası Genel Sekreterinin açıklamarı önemli bir etmen oldu. Çünkü internette denk geldiğim bir röportajında, İngiltere'de en kötü yasal düzenlemelere sahip olduklarını, yıllık izinlerini kullanmadıkları sürece bir işçinin grev yapmadan 1 hafta önce iş verenine haber vermesi ve oylama yapılması gerektiğini; böyle birşeyin Avrupa'nın hiçbir yerinde olmadığını söylüyor.
Tabi Fransa bir devrim cumhuriyeti ve farklı bir siyasi kültürü var. Fransa'da medya, yoksul işçilerin haklı olduğunu ve desteklenmesi gerektiğini söylerken, İngiltere'de medya - özellikle BBC'de gördüğüm kadarıyla- eylemlerin yarattığı sıkıntılardan bahsediyor. Tüm bu sebeplerden dolayı İngiltere'de kayda değer bir tepkinin olmamasına şaşmamak lazım.
         Yazımı tamamlamadan önce Avrupa'daki diğer ülkelerden farklı bir havanın hakim olduğu Almanya'ya da değinmek istiyorum. Fransa, İngiltere gibi ülkeler büyük cari açıklardan ve gerilemeden bahsederken Almanya %3.4 gibi bir büyüme oranı bekliyor. Bunun başarmasının ardındaki anahtar nokta ise dünya pazarlarına götürebileceğiniz uygun ürünlerinizin olması gerektiği fikri. Örneğin Almanya'nın Çin'e ihracatı oldukça artmış durumda çünkü Çin de önemli bir pazar var ve Almanlar bu pazarın önemini iyi biliyorlar. Gerçi bu iyi ortama rağmen yine de önlemler alınmaya başlamış. Fakat bu önlemler diğer Avrupa ülkelerindeki gibi tepki yaratacak türden değil.
         Sonuç olarak bütün Avrupa ülkeleri farklı şekilde ve farklı sebeplerden de olsa ekonomik krizin etkilerinden kurtulmaya çalışıyor. Avrupa'da tüm bunlar yaşanırken Türkiye'de ne gibi önlemler alındığı ise muallak, hatta bu tarz paketler gündem de bile değil. Geçen seneki rakamlara göre cari açık oldukça fazla artmasına rağmen medyada bu haberin bulduğu alan türban tartışmasının %1'i bile değil.


Not: Bu yazımı yazarken bilgi almak ve farklı ülkelerin durumlarını karşılaştırabilmek için BBC, The Guardian, BBCTurkish, Radikal, Hürriyet ve Cnnworldnews'de çıkmış farklı haberlerden faydalandım. Her ne kadar şu günlerde Japonya'da düzenlenen, 190 ülke temsilcilerinin katıldığı ve yok olan canlı türlerinin yarattığı ekonomik sıkıntıların tartışıldığı sempozyum hakkında yazı yazmayı planlamış olsam da, Birleşmiş Milletlerin kendi sitesinde bile yeterli bilgi verilmediğinden dolayı sempozyum bitene kadar beklemeye karar verdim.
        
                                                                                                                              Ümit TERZİ

19 Ekim 2010 Salı

Sosyal Paylaşım Sitelerinin Gücü Ne Derece Etkili Olacak



 

         Bugün denk geldiğim bir haberden ve aslında haberin içerisinde bulundurduğu bir durumdan bahsetmek istiyorum.

         Haber Finlandiya'nın en ünlü haber spikerlerinden birinin başına gelen bir talihsizlikle ilgili. Kimmo Wilska isimli spiker,sıradaki haberi sunduktan sonra haberle ilgili görüntülerin gösterilmeye başladığı kısımda bira içmeye başlıyor. Belki bir anlık susuzluğunu gidermek belki eski bir alışkanlık nedeniyle birasını yudumlarken haberin de bitmesini ve tekrar yayına dönmeyi bekliyor. Tam son yudumlarını alırken canlı yayına beklediğinden erken dönülüyor ve videoda da göreceğiniz gibi ekranda elinde bira şişesiyle kala kalıyor. Aceleyle toparlanıp  ve haber bülteninin kapanış konuşmasını yapıyor.
Fakat bunun kötü bir imaj yarattığını düşünen kanal yönetimi spikerin işine son veriyor. Haber bu olsa da benim değinmek istediğim kısım bu olaydan sonra gelişiyor. Spikerin kovulmasının ardından insanlar bu duruma tepki göstermeye başlıyorlar ve bunun sonucunda ünlü paylaşım sitesi Facebook'da bir destek grubu kuruluyor. Burada toplanan insanların yorumlarından da anladığım kadarıyla insanlar bu durumu komik bir anı olarak hatırlıyor ve bir kişinin bu sebeple işten atılmasını yanlış buluyor. Özellikle bunu eğlenceli ve mizahi bulan kişiler, kanalın bu kararını eleştirip kanalı mizah anlayışına sahip olmamakla suçluyorlar. Bazıları da benzer veya daha kötü olayları örnek gösterip o spikerlerin başına birşey gelmediğini ve bu gibi bir durum için Wilska'nın kovulmasının adil olmadığını belirtiyorlar.

          Şu an Wilska'yı destekleyen kişi sayısı 55000'i geçmiş durumda ve destekleyenler arasında Finlandiya'dan olmayan  çok sayıda insan var. Yani kısacası destek olayı daha küresel bir boyut kazanmaya başladı. Tabiki bu duruma sebebiyet veren 2 site var: Birisi dünyanın en büyük sosyal paylaşım sitesi Facebook, diğeri ise dünyanın en büyük video paylaşım sitesi Youtube. Bu iki büyük gücün sayesinde Wilska'ya destekler gderek artıyor. Bu durum halkın taleplerine ters düşmemek ve izleyicisini küstürmemek için kanal için büyük bir önem taşıyor. Sonuçta Wilska'yı geri isteyenlerin sayısını bu tarz sitelerden takip etmek kolay.

         Sonuç olarak, Wilska bu büyük destek sayesinde ya işini geri alacak ya da başka bir kanalda işine devam edecek gibi görünüyor. Eğer Wilska bu hatasından zarar almadan kurtulursa sanırım en büyük teşekkürü yeni medyanın en büyük iki oyuncusu olan bu iki siteye etmesi gerekiyor.


http://img32.imageshack.us/img32/9878/adszfbu.jpg

17 Ekim 2010 Pazar

HaberTürk'ün Berlinerinden Sonra Radikal'in Tabloidi

            Özellikle İngiltere'de olmak üzere tüm dünyada süren tabloid gazeteye geçme furyasına Türkiye'den bir gazete, Radikal de katıldı. Neden özellikle İlgiltere diye merak edilirse bunun sebeplerini toplu taşıma sistemlerinde çoğunlukla da metronun yaygınlığında aramak mümkün çünkü metroda gazete okuma alışkanlığının yüksek olduğu ülkelerde insanlar artık yolculuk sırasında devasa gazetelerle  boğuşmak istemiyorlar.
Bugün itibariyle Radikal, broadsheet boyutundan vazgeçilip tabloid boyutta basılmaya başlandı. İlk tabloid baskıda sayfa sayısı 48 oldu. Bu arada aklıma takılan sorulardan biri tam sayfa reklamların fiyatlandırılması: Çünkü sayfa sayısı artan gazete de tam sayfa reklamların sayısı da oldukça artmış. Peki bu yeni tam sayfa reklamların fiyatları eskiye oranla ne kadar azaldı veya azaldı mı? Eğer tam sayfa reklamların fiyatlandırılması aynı şekilde yapılıyorsa veya yapılan indirim çok fazla değilse bu gazete açısından oldukça iyi bir durum. Bu açıdan yenilik çabasının arkasında ekonomik sebepleri de arayabiliriz diye düşünüyorum.

          Radikal'in değişik bir formata geçmesinin yarattığı merak ve tanıtım fiyatının da etkisiyle hedefledikleri 100.000 tirajını ilk günde yakalamayı başardılar. Fakat Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can Sağlık konuk olduğu bir programda gazetenin fiyatının bir süre sonra eski fiyatına döneceğini belirtiyor. Ayrıca gazetenin yeni hali bilindikçe ve gazeteye duyulan merak git gide azaldıkça yakalanan bu tirajın korunup korunamayacağını da merak ediyorum. Sonuçta, Türkiye'de gazete alanların tercihlerini büyük bir oranda etkileyen en önemli şeyler sırayla fiyat, promosyon, daha sonra içerik olarak sıralanıyor.
Bu arada belirtmekte fayda var yeni Radikal, eski Radikal ve Referans gazetelerinin birleşmiş hali. Referans kendi masrafını karşılayamaz hale geldiği ve eski Radikal'de de mali sorunlar olduğu için birleşme kararı alınıyor. Zaten programda Eyüp Can'da maliyeti düşürme amacınında bir amaç olduğunu söylüyor. Eskiden 2 gazetenin 10 milyon $ kadar olan toplam gelirini, yenilenmiş Radikal'de 15-20 milyon $ gibi bir rakama çıkarmayı hedeflediklerini belirtiyor (sanırım bunda artan tiraj ve reklam sayısının özellikle tam sayfa reklam sayısının etkisi olacaktır).

            Son olarak içeriğe de değinirsek, gazetenin içerik kaltesinin arttığını söylemek mümkün. Özellikle "sokak yazarlığı" diye adlandırdıkları yazarlık sadece haberi anlatmayı değil aynı zamanda yorumlamayı da içeriyor. Temel de "habere nasılsa heryerden ulaşılabilinir, ama uygun yorumu bulmak zor" mantığı hakim. Ayrıca sayfa sayısının artmasının da etkisiyle yazar kadrosu da oldukça genişlemiş.

            Sonuç olarak gazetenin yeni halini beğendiğimi söyleyebilirim. Umarım başka gazeteler de bu tarz bir değişim geçirerek hızlı ve sürekli değişen yaşam temposuna kendilerini uydurabilirler. Merak edenler için, Eyüp Can Sağlık'la yapılan röportajı aşağıdaki linkte bulabilirsiniz.

http://www.dailymotion.com/video/xf9eqw_gazetecyler-com_news?start=1

14 Ekim 2010 Perşembe

İki Dil Bir Bavul



İki Dil Bir Bavul

            Başta Altın Portakal olmak üzere yerli ve yabancı bir çok festivalde ödül alan, tartışmalarının halen sürdüğü bir film olan "İki Dil Bir Bavul" filminden bahsederek ile ilk yazıma başlamak istiyorum. Özellikle Türkiye'de, bunun yanında Orta Doğu'da ve Balkanlarda yankı uyandıran film, konusu itibariyle de oldukça gündemde olan bir konuyu işliyor. Dolayısıyla bu coğrafyada yaşayan insanların konuştuğu konulardan birisi haline geldi.

Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın yönettiği İki Dil Bir Bavul filmi, öğretmeliğe yeni başlayan ve tayini Şanlıurfa’nın ücra bir köyüne çıkan genç öğretmen Emre Aydın’ın, öğrencilerine eğitim verme çabasını ve dil farklılığı nedeniyle bu süreçte yaşadığı sıkıntıları anlatıyor.  Günümüzde geçen filmde, Egeli ve daha önce doğuya hiç gelmemiş bir genç olan Emre Aydın’ın 1 eğitim yılı içerisinde sınıfta öğrencileriyle yaşadığı sıkıntıların yanı sıra, doğunun yokluklarıyla da mücadelesi filmin temel konusu oluşturuyor. Filmi önemli kılan özelliklerinin başında,  dil farklılıkları nedeniyle başta eğitim alanında geri kalan insanların toplumun bütününe entegre olmakta yaşadığı zorluklara sosyolojik bir bakış sağlıyor olması gelmekte.

Emre Aydın, Türkiye’nin doğusuna hiç gitmemiş, Egeli bir öğretmendir. Tayini Şanlıurfa’nın ücra bir köyüne çıkar. Buraya gelirken çeşitli sıkıntılar yaşamayı ve yokluklarla karşılaşmayı beklediği için kendisini bu duruma hazırlamıştır. Ancak geldiği köyde beklediğinden çok daha kötü bir ortamla karşılaşır. Suyun bile olmadığı köyde kışın kötü havalarda günlerce elektrik kesilmektedir. Egeli ve hayata yeni atılan bir genç için bu durum ortama alışmayı daha da güç hale getirir. Filmde de bu zorlukların yarattığı duygu ve düşünceler annesiyle yaptığı telefon konuşmaları sayesinde karakterin kendi ağzından aktarılır.

Emre, görevinin ilk günü büyük bir özenle hazırlanıp okulu açar, sınıfı düzenler ve öğrencileri beklemeye başlar. Fakat hiçbir öğrenci gelmeyince, etrafta dolanan bir çocuğun da yardımıyla çocukları kendisi aramaya gider. Bu çabasının sonunda ancak ertesi gün öğrenciler okula gelirler. Köydeki okulda sadece tek derslik olduğundan 1’den 5. sınıfa kadar olan bütün öğrenciler bu derslikte birlikte eğitim görmek zorundadırlar. Fakat filmde ağırlıklı olarak Emre öğretmenin 1. sınıf öğrencileri ile olan iletişimini görmekteyiz.

2. gün öğrenciler geldiğinde, okula yeni başlayan öğrencilerin kaydı sırasında Emre Öğretmen öğrencilerin bir kısmının hiç Türkçe bilmediğini fark eder. Öğrencilerini tanıdıktan ve kendisini tanıttıktan sonra sınıf kurallarını oluşturmaya başlar. İlk olarak koyduğu kural da “Sınıfta Türkçe konuşmanızı istemiyorum olur.” Bunun nedenini de en az 8 sene daha öğrenim göreceklerini ve bu öğrenimin Türkçe olması olarak açıklar.

Filmin geri kalanında Emre öğretmenin sınıf içinde öğrencileriyle yaşadığı diyalogları ve kışın gelmesiyle artan yaşam zorluklarıyla mücadele edişini görürüz. Öğrencilerle olan sorunların temelinde dil farklılığının yol açtığı iletişim kopukluğu yatar.  Tüm bu zorlukların karşısında zaman zaman kahramanın sabrını yitirmeye başladığına da şahit oluruz. Filmde okul dışındaki yaşam da kısa kesitlerle aktarılmakta böylelikle film yokluklar içindeki eğitim sürecinin yanı sıra yokluklar içindeki günlük yaşama da ayna tutmakta. Filmin sonunda klasik bir karne gününün ardından, Emre öğretmen bir sonraki eğitim sezonuna kadar geldiği yere, Denizli’ye geri döner.

Sonuç olarak, batının rahat koşullarında yetişmiş ve doğuya hiç gelmemiş genç bir öğretmenin, bir eğitim sezonu içerisinde yaşadığı olayları ve öğrencileriyle olan ilişkisini anlatan film, tıpkı başkarakteri gibi doğunun yaşam koşullarından bihaber olan şehirli ve bireyselleşmiş genç kitleye Türkiye’nin farklı bir boyutunu sunmada yardımcı oluyor.
Bu açıdan kurmaca dram türündeki filmin belgesel niteliği taşıdığını da söylemek mümkün.
Bu özelliğini pekiştiren bir diğer nokta ise filmde yazılı repliklerin olmaması. Film tamamen doğal olarak karakterlerin kurduğu iletişim yansıtılmış. Filmin yönetmenlerinden Orhan Eskiköy’ün sözleriyle “Filmin özelliği hayatın kendisinin takip edilmesi. Akan bir hayat var ve biz onu takip ettik, onu çekmeye çalıştık. O yüzden her şey doğal, her şey gerçek”.

            Filmin doğallığının bir kanıtı da filmde yaşanan durumlara çok benzer durumların daha önce yaşanmış olması. Yılmaz Güneş, yaklaşık 35 yıl önce Erzurum’un Ulucanlar Köyü’nde okula başladığında ‘İki Dil Bir Bavul’ filminin öğrencilerinden biri gibiydi. Sınıftaki öğrenciler Türkçe bilmiyor öğretmen ise Kürtçe bilmiyordu. Öğrenciler tek kelimesini bile anlamadıkları dilde duydukları dersi anlamlandıramıyorlardı. Emre Aydın’ın filmdeki bir repliğinde dediği gibi öğretmen boşa konuşuyordu. En sonunda çözüm olarak Türkçe bilen bir öğrenci imdada yetişti. Öğretmen önce dersi bu öğrenciye anlatıyor o da dersi diğerlerine tercüme ediyordu. Şimdi Diyarbakır’da 17 yıllık beden eğitimi öğretmeni olan Yılmaz Güneş, ilkokulu bitirdiğinde halen Türkçe bilmediğini ifade ediyor ve Umay Aktaş Salman’la yaptığı röportajına şöyle devam ediyor: ‘Hayata geriden başladım’.
Yılmaz öğretmen, kendi deyişiyle metrelerce geriden başladığı koşuda hep yenik hissetti. Lisede arkadaşları gezerken Yılmaz Güneş günde 7–8 saat ders çalışarak aradaki farkı kapatmayı başardı. Ancak buna rağmen röportajında “Gelişimimiz sosyal, psikolojik olarak etkilendi” diyerek yaşadığı sıkıntıları vurguluyor. Ayrıca halen Türkçe bilmeyen birçok öğrencisinin olduğunu ifade ediyor.
           
            Filmin anlatılış biçimi açısından politik imge ve söylemlerden uzak olduğu kolaylıkla söylenebilir. Emre Aydın kahramanı özünde doğudan habersiz batılı gençleri temsil eden, bunun dışında durumla ilgili ideolojik bir duruşu olmayan bir karakteri ortaya koyuyor. Verdiği bir röportajda Orhan Eskiköy bu durumu şöyle ifade etmiş: “2007 Ağustos ayında Siverek’e gittik gerçek bir karakter arıyorduk. Ama senaryoda yazdığımız gibi apolitik diyebileceğimiz, aslında yüz binlerce Türk gencinin temsili olabilecek Kürtlerden habersiz, sorunlardan habersiz, hasbel kader öğretmen olmuş birisini arıyorduk. Ve tabi ki başka bir tarafta kamera önünde kendini kasmayacak bir adam arıyorduk. Siverek’te tesadüfen çok mutsuz bir adam olarak o karşımıza çıktı.”  Yönetmen burada mutsuz bir adam olarak ifade ediyor Emre Aydın’ı. Aslında Emre Aydın karakteri, ismini onu oynayan oyuncu Emre Aydın’dan alıyor. Kendisi filmdeki durumu gerçekte de yaşayan bir öğretmen. Kendi başına gelenlerin başkasının başına gelmemesi için kabul ediyor böyle bir rolü. Ve tabii ki bu andan itibaren tek yapması gereken kendisi olmak, çünkü anlatılan şey yaşadıkları ve yaşayacakları.
Yönetmen durumu şöyle ifade ediyor: “Oraya gelmiş olmaktan dolayı çok pişman, mutsuz bir adamdı. Teklif ettik, kabul etti. Onun başına gelenlerin başkalarının başına gelmemesi için. Benim başıma geldi ama başkası bunları görsün ve kendini buna hazırlasın.” Bu açıdan filme , bazı eleştirmenlerin dediği gibi, "kurmaca tadı veren belgesel" demek mümkün. Sahnelerin tekrarlanmaması veya yönetmenlerin şunu şöyle yapın gibi komutlar vermesi de bu özelliğini pekiştiriyor. Diğer taraftan da Aktüel dergisinden İrfan Aktan, "bavul"un, sürekli göçebelikle, sürgünle geçen hayatlar için çok nadide bir metafor olduğunu ve İki Dil Bir Bavul' un o göçebeliği ilk defa muktedir olana yaşattığını yazarak İki Dil Bir Bavul’a film özelliği katan sinematografik noktalardan da birisine değiniyor.

            Film, yerli ve yabancı bazı festivallerde oldukça ilgi gördü ve bunların arasında Altın Koza ve Altın Portakal gibi festivaller de var. Üstelik ilgi görmenin yanı sıra da birçok ödül de alan filmi oldukça garip bir olayın da başaktörü oldu. Çünkü aldığı ödüler arasında Bayındırlık ve İskân Bakanlığı tarafından düzenlenen 1. İlk Yönetmen Uluslararası Film Festivali'nde aldığı “En İyi Müzik” ödülü de var. Zira filmde hiç müzik kullanılmamış. Yönetmenleri de oldukça şaşırdıkları bu durum karşısında merakla bir bilgi alabilmek için bakanlıkla iletişim kurmaya çalışsalar da iletişim kuracak kimseyi bulamıyorlar. Daha sonra yapılan açıklamada, "jüri üyelerimizce herhangi bir filme layık görülmeyen "En iyi Müzik Ödülü" kategorisinin “boş” bırakılması gerekirken sehven İki Dil Bir Bavul adlı Filmin ödüle layık görüldüğü şeklinde yazıldığı anlaşılmıştır" dendi ve oluşan bu hata üzerine sekretaryamız tarafından İki Dil Bir Bavul Filmi'nin yönetmeni Özgür Doğan’la iletişime geçildi ve yapılan yanlışlıktan dolayı özür dilenerek yanlışlık sonucu isimlerine yazılan plaketin iadesi istendi” şeklinde bir düzeltme geliyor.
           
            Sonuç olarak biçim tartışmaları, eleştiriler, aynı dönemde yapılmış benzer konuları işleyen filmlerle karşılaştırmalar ışığında başarısıyla oldukça yankı uyandıran İki Dil Bir Bavul filmi konusu ve yapısı itibariyle Türk sinemasında kendine ayrılan yerde uzun zaman hatırlanacağa benziyor.
           
                                                                                                                    
                          
Ümit TERZİ